1980 yılında Fransız Akademisi’ne kabul edilen ilk kadın yazar olan Marguerite Yourcenar, yazdığı tarihi romanlarla ciddi bir okur kitlesine ulaşmış, eserleri pek çok dile çevrilmiş bir edebiyatçıdır. Yazmaya erken yaşlarda başlamış olsa da onu üne kavuşturan kitabı ‘Hadrianus’un Anıları’ (1951) olur. 1968’de yayınladığı ‘Zenon’ ise onu daha geniş bir kitleye duyurur.
Bunun sebeplerinin başında ‘Zenon’un çok yönlü bir kitap olması gelir. Zira ‘Zenon’, bir yönüyle mezhep savaşlarını, bir yönüyle veba salgınını, bir yönüyle burjuvazi-aristokrasi çatışmasını ve bir yönüyle de sanayileşme sürecini konu edinir. Üstelik bütün bunların yanında bir erginleşme hikayesidir.
Yourcenar da zaten kitabını şu şekilde açıklar: “Zenon, varlığını inkar etmediğimizde içimizde yavaş yavaş gelişen ve bize birtakım zorbalıklardan yakayı sıyırmak ve koşullar ne olursa olsun kendimiz olmak imkanı sunan ancak gelenek ve zorunluluk tarafından zedelenmiş, deforme edilmiş, neredeyse tanınmaz hale sokulmuş bu tuhaf özgürlüğü gözler önüne serme girişimidir.”
‘Zenon’un ilk çevirisi 1985 yılında Müntekim Ökmen tarafından yapılır. Adam Yayınları’ndan sonra bu çeviriyi yeni bir edisyonla geçtiğimiz günlerde Kırmızı Kedi Yayınları bastı. Üstelik bu baskıda Yourcenar’ın özel bir yazısı ve kitabın yazım sürecinde aldığı notları da mevcut.
BÜYÜK YOLCULUK
Kitaba ismini veren Zenon, bir burjuva kadınıyla bir din adamının çocuğu olsa da, babası o doğmadan sırra kadem bastığı için “piç” olarak bilinir ve bu psikolojiyle yetişir. Onu himayesine alan dayısı sayesinde bir din adamı olarak yetişir. Ancak Zenon, “bilgi zehrini” bir kez tattığı için bir daha iflah olmaz ve onu biçilen kaderi yaşamaktansa kendini yollara vurur.
Bir hekim, bir simyacı ve bir filozof olarak Zenon, ömrü boyunca mutlak bilgi arayışını sürdürür. Bu uğurda pek çok yer görür, pek çok olayın içine karışır ve son anına kadar doğru bildiği yolda yürümeye devam eder.
Hemen hemen Zenon yaşlarında olan zengin kuzeni Henri-Maximilien ise bir Sezar ya da bir İskender olmak için kendini yollara vurur. Diğer bir deyişle; Henri-Maximilien da, Zenon da mutlak olana, ölümsüzlüğe doğru yola çıkarlar, birbirlerinden ayrı düşerler ama ikisinin sonunu getiren olay da siyasal ve dinsel çatışmalar olur.
DİLENCİLERİN TANRISI İSA
‘Zenon’, 16. yüzyıl Avrupa’sında geçer. 16. yüzyıl dendiğinde de otomatikman Reform Dönemi akla gelir. Katolik Kilisesi’nin mutlak iktidarına karşı çıkan bazı din adamlarının öncülüğünde başlayan çatışmalar Avrupa’yı kısa sürede etkisi altına alır. Bu din adamlarının başında da Martin Luther gelir. Protestanlık da zaten bu şekilde ortaya çıkar.
Ne var ki hem Katoliklere hem de Protestanlara düşman olan bir başka grup daha vardır. Bunlar Anabaptistler’dir. Anabaptistler daha radikal ve daha sınıfsal bir argümanla hareket edip, daha büyük bir yenilik peşinde koşarlar. İsa’nın zenginlerin değil, dilencilerin tanrısı olduğunu ve Tanrı’nın yönetimi halka verdiğini iddia ederler. Tanrı ile halkı aynı dilden konuşturmak için verdikleri uğraş sadece İncil çevirileri yapmakla sınırlı değildir. Anabaptistler, Almanya ve Fransa’da büyük ayaklanmalar düzenlerler, bazı şehirleri ele geçirip orada kendi yönetimlerini kurarlar.
Anabaptistler, romanın ilk kısmında ortaya çıkarlar. Zenon’un annesinin ikinci kocası Simon bir anabaptisttir ve onların hikayesi Münster şehrinin ele geçirilip ardından büyük bir yenilgiye uğramasıyla sona erer ama mezhep savaşları romanın farklı yerlerinde, farklı şekilde devam eder.
BURJUVAZİNİN YÜKSELİŞİ
Romandaki bir diğer öne çıkan konu burjuvazinin yükselişidir. Zenon’un dayısı ve Henri-Maximilien babası Henri-Juste, krallara borç veren bir bankerdir. Hal böyle olunca Kilise’nin kendi içindeki savaş kadar, Kilise ile Kraliyet arasındaki çatışmalarda da burjuvazinin rolü artar. Bunun en küçük örneği Henri-Maximilien ile Zenon’un kitabın başında yaptıkları bir sohbette ortaya çıkar. Henri-Maximilien çıktığı yolculuktan bahsedince, Zenon, “Baban zengin, isterse size Kayzer Charles’ın en iyi Landsknecht bölüğünü satın alır,” der. Henri-Maximilien bir Sezar olmak istediği bunu umursamadığını söyler ama yine de gittiği yerde “soylu beyler bölüğü”ne yerleştirilir.
Beri yandan romanda, bununla ilintili bir diğer olay olarak makine kırıcılık da söz konusudur. Gerçi bir kavram olarak “makine kırıcılık” her ne kadar 18. yüzyılda ait gibi görünse de, bunun temellerinin 16. yüzyılda olduğunu söylemek mümkündür.
Romanın bir yerinde, Henri-Juste’ün dokuma fabrikaları için getirttiği makinelerin işçiler tarafından tahrip edildiğine dair geniş bir tartışma bölümü vardır. Hatta suçlu işçi asılmakla karşı karşıyadır. Tabii makinelerin gitmesi, işçilerin daha az paraya, daha kalabalık bir şekilde çalışmayı kabul etmeleri ile sonuçlanır.
40 YILLIK BİR SERÜVEN
Son kertede ‘Zenon’ bir kendini arayışın romanıdır. Ancak bu kendini arama meselesi sadece kurgusal dünyada yaşanmaz. Marguerite Yourcenar’ın bir roman olarak ‘Zenon’la ve bir karakter olarak Zenon’la kurduğu ilişki de bu arayışa dahildir.
Yourcenar’ın bu romana dair ilk çalışmaları 18 yaşında başlar. 18-22 yaşları arasında üç öykü ortaya çıkar. Ancak bunlardan bir büyük roman oluşturmak gibi bir niyeti yoktur o zaman. Zenon karakteri ve onun Henri-Maximilien’la olan sahneleri peyderpey yazılır. Aradan biraz daha zaman geçince de Anabaptistlerin hikayesi ortaya çıkar ki bunlar hâlâ birbirinden bağımsız öyküler olarak var olurlar.
Diğer bir deyişle; Yourcenar, yaklaşık 40 yıllık bir yolculuğun neticesinde gerçek Zenon’la tanışır. Kurmaca dünyada Zenon 20 yaşında yola çıkar. Yani Yourcenar’la hemen hemen aynı yaşlarda. Dolayısıyla ortaya çıkan roman beraber büyümenin, beraber gelişmenin bir sonucu olarak da görülebilir. Zaten Yourcenar da bir yerde, “Bir yazarın, ergenlik çağlarında seçilip hayal edilmiş ancak bizim olgunluğa erişmemizle bütün sırlarını bize açık eden bir kişilikle bu uzun ilişkisinin, en azından benim durumumda, avantajlarını tecrübe ettim” der.
Bitirmeden ekleyeyim; 16 yüzyıl Avrupa’sındaki mezhep ve kraliyet çatışmalarına ilgi duyuyorsanız editörlüğünü yaptığım Michel Zeveco’nun 10 ciltlik ‘Pardayanlar’ serisini mutlaka okuyun. Bir de Eric Vuillard’ın ‘Yoksulların Savaşı’nı. (“Yoksulların Savaşı’na dair yazdığım incelemeye buradan ulaşılabilir.)